13 Aralık 2009 Pazar

Hastalıklar Üzerine Notlar 2 -- Görememek

Selamlar Ziyaretçiler,


Çok Yorgunum,
Başım dönüyor sanki, nefretle ve kaosla baş etmek zorundayım şu sıralar.


Oyunumuz son kez düzenlenip gösterime sokmaya karar verdiğimizden beri zaman azaldı bilvasıta işler de sıkıştı. Pek tabi düzensiz bir insan olduğumdan kelli bu az vakitte çok daha zor oluyor işlerimi halletmem. Yule de yaklaştı ama ben hiçbir hazırlık yapamadım, kimseye hediye yapamadım henüz ve böyle giderse de sadece Pandispanya’nın hediyesini hazırlayabilmiş olacağım. Üzülecek şeyler değil bunlar maalesef…


Tüm bunlar yaşanırken ve devam ederken, isteyerek yaptığım işler dışında bir de yaşama enerjimi tüketen şeyler var. Hatırlarsanız daha önce tam olarak ne kadar tiksindiğimi anlatmıştım nefret dolu ithamlardan. Yaşadığınız yer bunlarla kaynıyorken, sürdürmek birçok işi, daha da yıldırıcı oluyor. Hevesle barışın hayalini kurarken, umut taşırken içinizde nasıl oluyor da bu kadar rahat hamlelerle benim ateşimi, ateşimizi, söndürmeye cüret ediyorlar? Bunca insan acısını unutmaya hazırken ve barış bu kadar yaklaşmışken, hangi hakla bunu yapıyorlar? Bu tanrıya oynamak değil midir? Düzenleme kibrine bulaşmış olmak belki… Kendilerini tarih önünde lanetliyorlar, kanla yıkanıp yaşam dolu bir dünyayı ölümle yüceltmeye kalkıyorlar; kısaca midemi bulandırıyorlar.


İsimlendirmekte bile zorlanıyorum artık yapılanları, nasıl isimlendireceğimi bilmiyorum. Ben tam göğsümün ortasında bir ışık parlatıyorum yine de, inatla; tam iman tahtamın üzerinde, heyecanla. Bunu söndürmeye kalkışmalarına ne ad verilmeli ki? Gaddarlık mesela yeter olur mu veyahut budalalık fazla mı hafif kaçar? İnsanlar “Gerekirse savaşırız” ya da “Oh iyi oldu pisliklere” diye hoyratça kusarken nefretlerini ve cehaletlerini ne denilebilir ki onlara; lügatteki kelimeler zaten kısıtlıyken insanın ahvalini tanımlamaya, ben artık daha da kısıtlanıyorum elimdeki sözcüklerle onları size anlatmaya. Sakın ha, bu demek değil ki sıkıntım sessizliğe tahavvül edecek; hiç sanmıyorum. Göğsümde patronusumu canlı tutmaya devam ediyorum; kış ayazına seviniyorum, kahve ve çikolata kokusunu içime çekiyorum, şarkılara ve dostların kahkahalarına sığınıyorum… Bir şekilde o ışığı yakmaya devam ediyorum ve umudum hala var biliyor musunuz? Hiç de öyle her yerde şapşalca iyilik arıyor da değilim söyleyeyim, bu gerçek bir umut; lanet ne kadar keskin olursa olsun, ay hala pırıl pırıl.


Aslında bugün size çocukluğum da dinlediğim şarkılardan, Zeki Müren’in son zamanlarından ve Nükhet Duru’nun Mahmure’sinden bahsedecektim lakin mümkün olmadı.


Ben Kış Cadısı, Callieach Bheur olarak ışığımı yakmaya devam ediyorum; bilin Aralık’tayız Barış Mevsimi’ndeyiz, varlığınız kan akıtmaktan yana olmasın, Yule geliyor sadece hediye hazırlayın olmaz mı?


Bugün yazımı Ahmet Altan’ın yazısının sonuyla bitirmek istiyorum…


”Bir Kürdüm ben bugün, içim ölü evi gibi, ümidim, hayalim, ışıksız odalar gibi kapkaranlık, oturacağım, direneceğim, önce kendi içimde bir mum yakacağım.


Titrek, küçük, zayıf bir ışık.


Ve sonra diğer ışıkları görmek için bekleyeceğim.


Her vicdanda bir ışık yanacak ve biz o küçücük titrek ışıklardan yeni bir aydınlık, yeni bir umut, yeni bir hayal yaratacağız.


Siz öldürdükçe biz yaşatacağız.”(Ahmet Altan, 12 Aralık 2009)




Kış Cadısı sizi selamlar Ziyaretçiler, iyi kalın…


Callieach Bheur

10 Kasım 2009 Salı

Hastalıklar Üzerine Notlar--1

Merhabalar Sevgili Ziyaretçiler,







Yoktum yine bir süredir ama bu sefer ki tamamen duygusal sebeplerden. Böyle sıkıntılar içerisindeyim, sıkılıyorum kısacası. Aslında sıkılışımda böyle yazmayı bırakmam ayıp ama işte… Sıkıcı insanlar var çevremde biliyor musunuz? Hepsi değil, aman sakın öyle anlaşılmasın ama sinirimi bozanlar şu ara daha çok gözüme batmaya başladı.


Bizim okulun genel bir sorunu olsa da Fen-Edebiyat Fakültesi’nde daha farklı durumlar söz konusu. Bu karmaşık binaya gelen insanlar garip bir şekilde ne kadar yeni olurlarsa olsunlar duvarlarla bütünleşiveriyorlar birdenbire. Binanın duvarlarından biri oluyorlar adeta, düşüncesi ve planlanmış. Voodoo büyüsü yapılmış sanki hepsine, hiçbir farkları yok farklı olanlarda derhal duvarlaşma çabası içindeler. Kanıksamaya o kadar el verişliler ki, ruhumu donduruyorlar! Böyle pis bir hastalık kokusu var insanlarda, herkes aynı yönde ilerliyor neredeyse buradaki, Gergedanlaşmayanlar azınlıkta kalmış.


Laflarımı çok iyi seçiyorum evet, gayet düşünerek yazıyorum yazdıklarımı çünkü bundan sıkılmış durumdayım.






Böyle yani birkaç iyi insana sığınarak yaşıyorum okulda anlayacağınız, gerçi önceden de pek farklı değildi ya hayat benim için. Aynı Jack Skellington gibiyim,


Oh, somewhere deep inside of these bones
An emptiness began to grow

There's something out there, far from my home
A longing that I've never known




Bir tanecik Eostre’ciğim olmasa yazmıyor olacaktım şimdi. Üzülmüş Çatı’ya hiç uğramıyorum diye ne vakittir. Lakin bir de hastalıkla uğraşmaktayım şu sıralar; fazla ağır değil ama istirahat istiyor ve bende de şu anda ona ayıracak vakit mevcut değil.







Çalışmalarım var bir yandan ilerleyen, kendi özelimde yaptığım çalışmalarım var önümüzde Yule var ona hazırlık yapıyorum; en fecisi Cumartesi günü ilk vizelerimin sonuncusu matematik vizem var. Yazarken bile içim titredi. Bir de hatırlatayım dedim, bu hafta Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri Ankara’da ODTÜ Oyuncuları’nın oyunu var, gidebilenlerin gitmesini öneririm. Gerçekten izlenilesi bir oyun Yaşlı Kadının Ziyareti, Durrenmatt’ın yazdığı bir oyundur; ben vizem olduğu için gidemeyeceğim ki zaten bir de hastayım. Lakin gidebilenler tereddüt etmesinler, Klara'nın intikamını nasıl aldığını kaçırmayın derim ben,  özellikle Yaşlı Kadın Klara'nın, Kocaları'nın ve kör ikizlerin performasını dikkatle izlemelisiniz. Böyle yani efendim, ben izlemek için İstanbul'dan bir geceliğine Ankara'ya gidenler olduğu biliyorum =)







Bu aralar vizeler ve çevremdeki sinir bozucu fen-edebiyatçılardan başka bir şey fazla yok. Şükürler olsun birkaç kişi, tiyatro ve Eostre’m var=)=) Bir de Loreena McKennit, Dead Can Dance ve Bernadette Peters ile yaşıyorum, şarkılarıyla biraz kendime gelir gibiyim.






Görüşmek üzere Çatı’nın Sevgili Ziyaretçileri,



Biz Fen-Edebiyat’ta, kampüsün bazı yerlerinde ve zaman zaman da Cadı Karının Çatısı’nda olmaya devam edeceğiz. Sıkıntılar kelimelerle ifade edilemiyor, Oğuz Atay’ın dediği gibi “Kelimeler bazı anlamlara gelmiyor albayım” . Eh, en azından hala Tehlikeli Oyunlar oynamak istemiyorum=)



Ben Kış Cadısı, yaşasam da yine de hala canım sıkılmaya devam ediyor ama siz ne olursa olsun sıkmamaya çalışın; havaların tadını çıkarttın.





Görüşmek üzere,
Sevgiler,



Callieach Bheur













31 Ekim 2009 Cumartesi

Bir Kış Dönümü

İyi Akşamlar Ziyaretçiler,







Bugün İstanbul çok ıslak, hem de nasıl; bu sabah saat yedi buçukta uyandığımda yağmur yağıyordu, şu anda saatim öğleden sonra altı buçuğu gösteriyor ve yağmur hala yağmakta. Çok güzel bir gün, yani havanın böyle yağmurlu olması, gümüşi bir gökyüzü görmek huzur veriyor. Yıpratıcı bir tarafı da vardı günün, fizik vizem vardı hatırlarsanız bahsetmiştim, ondan kurtuldum bugün.
Şimdi daha huzurluyum tabi ki…






Böyle havalarda bol bol sıcak çaylar yahut kahveler içmek istiyorum. Çaylar arasında favorim, annemin yaptığı zencefilli kuşburnu çayı; canım çekti bakın şimdi. Kendime yaparım birazdan, öyle karmaşık bir tarifi yok aslında elinizde sadece kuşburnu marmelâdı olsa yeter, pamuk anneanneciğim her sene köye gidince yapıp, bizim için hazır tuttuğundan bizim sıkıntısını çektiğimiz bir malzeme değil zaten.
Tavsiye ederim, öyle mıymıntı yönleriniz yoksa ve biraz faydalı bir şeyler görünce beğendiğinden değil de şımarıklığından havalara girenlerden değilseniz kuvvetle muhtemel seversiniz. Kokusu özellikle çok hoş… Böyle kokusu güzel içeceklere bayılıyorum, alkollü olsun veyahut bizim çay gibi sıcak bir içecek olsun fark etmez tavlanıyorum anında güzel kokulu içeceklere, tabi parfüm gibi kokanlara değil böyle meyve veya çiçek gibi kokanlara. Mesela, 2008 sömestrsinde arkadaşlarımla Bakırköy’de bir kafeye(ismini söylememin pek hoş olmayacağını tahmin edersiniz) gitmiştik, Pandispanya’nın dikkatini menüdeki bir çay ismi çekti. “!Christmas!” Amanın, içinde de Portakal Çiçeğinden elmaya kadar bir sürü şey vardı. Şu kadarını söyleyeyim çayın tadı çok matah değildi ama öylesine güzel kokuyordu ki çayı içmekten çok kokladım.



Bakırköy’deki o günde hava böyleydi sadece yağmuruz arda bir kesiliyordu, o zamanlar Lise-Üniversite arasında bir Araf gibi bir yerde yaşıyordum. Brrrrr…
Yani anlayacağınız Ziyaretçiler, bugünün Cadılar Bayramı olması, üstüne birde havanın böyle olması beni epey keyiflendirdi. Böylece sınavımın kötü olması beni pekte üzdü sayılamaz.
Şükürler olsun sonunda Kış geldi!


Ben Callieach Bheur, Kış Cadısı sizi selamlıyorum,


Şimdi birazdan ya azıcık kestireceğim ya da akşam yürüyüşüne çıkacağım, size de tavsiye ederim.
Sevgiler,




Günün tadını çıkarmanız dileğiyle,


Callieach Bheur







30 Ekim 2009 Cuma

Selam Olsun Sana Eãrendil, Yıldızların En Parlağı; İşte Çatı'ya Geri Döndüm!

Merhabalar Çatı’nın Ziyaretçileri,



Ben döndüüüm



Dönüşüm Eãrendil’i alakadar ediyor mu bilemiyorum ama yine de ona bir seslenmek istedim. Olsun sonunda yeniden yazıyorum ya o yeter bana; o size yazdığım günlerde zamanımın boş geçmesinin inadına buraya uğrayamadığım son bir ayda olabilecek pek çok şey oldu. Geç kalma sebeplerimden biri de size çok uzun ve detaylı bir yazı yazma isteğimdi aslında, oysa “Uzun olmalı işte, uzun” diye kastıkça kendimi, aslında hiçbir şey yazamadığımı fark ettim. O yüzden de az önce, o uzun yazıyı bir kenara itip şu an yazmakta olduğuma başladım.






Gerçekten de anlatabileceğim çok çok şey var aslında ancak ben en azından şu an için daha çok yazmak istediklerimi yazacağım.



Öncelikle, Mezopotamya ’da muhteşem dört gün geçirdiğimi size belirtmek isterim. Gezenin okuyandan kat be kat fazla bildiğini savunurdum artık daha da inanarak savunuyorum bunu zira Anadolu’yu az çok gezmiş olsam da Mezopotamya’nın bizim bu taraftan hiçte bakıldığı gibi olmadığını anlamış oldum yakından görünce; ayrıca medyanın da pekâlâ hepimizi uyuttuğunu.



Öncelikle uçağımız Sabiha Gökçen Havaalanı ’ndan kalkacağından yola çıkacağımız gece ben ve Ratatouille, Lalaith’in evinde kaldık. Sevgili Anneciği, bizim için bir sürü nefis yemek hazırlamıştı. Neyse daha sonra, Tilly Toke’ da yanımıza geldi ve Lalaith’in babası bizi havaalanına bıraktı. Böylece bir buçuk saatlik bekleyin ardından ilk uçak yolcuğum başladı ve iki saat sonra Elazığ’a ayak basmıştık. Sonra da oradan Diyarbakır’a geçtik.


Böylece Güneydoğu gezimiz tam anlamıyla başladı ve 29 Eylül sabahı İstanbul’a inene kadar ki dört gün boyunca harika bir hızla devam etti. Turnedeki tüm detayları anlatmayacağım-yani daha doğrusu anlatamayacağım cumartesi fizik vizem var o yüzden- ama yine de ilerde emin olun detayları aktaracağım size, şimdilik fotoğraflarla idare ediverin.




Orada üç gün boyunca üç farklı yeri gezdik; ilk gün doğal olarak Diyarbakır’ı, ikinci gün Hasankeyf’i, üçüncü günde Mardin’i. Yapmadığım şeyler yaptım, bildiğim şeyler, öğrendim, elbette yemediğim şeyler yedim [=)] ve daha nicesi… Dördüncü gün oyunumuzu oynadık sonra da sabahlayıp İstanbul’a döndük.


Döndüğümde her şeyi pek karışık bir vaziyette buldum denilebilir zira bende fevkalade karışık durumdaydım. Bir hafta hasta yattım ve İngilizce dışında hiçbir dersime gidecek güç bulamadım kendimde, ilk konuları kaçırdım dolayısıyla ve toparlamam da epey vaktimi aldı.






Ondan sonrası klasik deyip geçmek isterdim ama hoş şeyler de oldu. Pek sevgili ve kıymetli arkadaşım Eostre artık bizim okulda, her öğlen yemeğini onunla geçirmek cidden harika oluyor.


Bu arada bir de grubumuza yeniler katıldı ve ben de bu durumda artık Eski olup bir yandan da gruptaki en küçük kişi unvanımı kaybetmiş bulunuyorum. =)


Bir de okuldaki yönetimle ilgili anlamsız sıkıntılar mevcut, Ziyaretçiler: Okulda  pek çok yer tamda en çok kullanılacağı sırada tadilata girdi, hani neden koskoca yaz boyunca hiçbir şeye dokunmayıp da dönem başlar başlamaz çalışacakları tuttu bilemiyorum artık, bir terslik var herhalde karar verenlerin planlama loblarında, eğer öğrencilere bir kasıtları yoksa profesyonel destek almalarını tavsiye ediyorum.



Geçen Salı günü Taşkışla’da oyunumuzu oynadık, ondan önceki günde Taşkışla’yı bir hayli keşfetme şansımız oldu elbette. Ortada bariz bir gerçek var ki eğer azıcık bile ilginiz varsa sadece Taşkışla’da okumak için Mimarlık okunulabilir, harika bir bina; hele birde çatı katındaki atölyeleri göreceksiniz ‘Amanın’, mükemmel. Terasına çıkınca da zaten mükemmel bir manzara sizi kucaklıyor, Conrad’ın ötesinden Kabataş’a kadar her yeri tüm detaylarıyla görüyorsunuz; sadece araya aptal bir gökdelen girip bir manzarayı bozuyor zaten onu da yıkasınız geliyor o anda.


Böyle yani, olanlar bunlar. Etraf Domuz Gribi ile çalkana dursun ben fizik vizemi ve ardından gelecek Kimya ödevimi ve vizemi dert etmekteyim. Lakin şunu da belirtmeliyim hava son bir haftadır fevkalade bir güzellik içinde, her daim bulutlu ve arada sürekli yağmur atıştırıyor. Anlayacağınız şu an Shirley Bassey hanımefendiciğimi dinlemekte ve havanın durumundan ilham almaktayım.


Eh, artık ben müsaadenizle “Motion with Constant Acceleration”’ a döneyim malum sınavım var ve pekte iyi sayılmam fizikte. Cumartesi günü Samhain, nam-ı diğer Cadılar Bayramı, fizik vizemde üzerine geldi ama artık olsun hayalim sınavdan çıkınca büyük bir rahatlama ile “This is Halloween”’i söylemek.


This is Halloween, this is Halloween


Pumpkins scream in the dead of night


This is Halloween, everybody make a scene


Trick or treat till the neighbors gonna die of fright


It's our town, everybody scream


In this town of Halloween








Böyle, Sevgili Çatı’nın Pek Sevgili Ziyaretçileri, uzun zaman olmayışımı umarım affedesin daha size anlatmadığım öyle çok şey var ki hâlbuki tek başına laboratuar maceralarım bile upuzun sayfalar alabilir, neyse yine uzatıyorum. Lütfen Çatı’yı boş bırakmayın ve sıklıkla uğrayın hatta sizde yazın.






Bir dahaki sefere kadar şimdiden Mutlu Cadılar Bayramı ve vizesi olanlara başarılar…


İyi Kalın,


Sevgiler


Callieach Bheur



15 Ekim 2009 Perşembe

20 Eylül 2009 Pazar

...Kapıdan Bir Uğrayıp Gideyim Dedim, Valla...

Selamlar Ziyaretçiler,

Nasılsınız?

Umarım herkes, olabiliceği en iyi durumdadır zira ben çok bulanık, sıkıntılı bir hafta geçirdim. Morfin yemiş gibiyim. Böyle de, burada sürekli kasvetli kasvetli dolanmayı istemiyorum aslında, sevmediğimden değil sıkıcı oluyor farkındayım. Lakin gerçekten, çevremdeki herkesin etrafında bir karanlık dolanıyor. nevrim döndü, ne zamandır internete giremiyorum, kontörümde bitmiş:S:S
AAAAAY
 Çığlık atasım geldi, kimseye ulaşamıyorum.

Ciddi ciddi, durumlar üzücü.

Ama Bayram geldi, çattı. Koskoca Şehr-i Ramazan da bitti. Aslında neden koskoca diyoruz anlamıyorum, normal bir aydan uzun sayılmaz hatta kısa. 
Geçen pazartesi Habertot'ta iftardayken annemin arkadaşı Riga  şöyle dedi:
"Eh, hadi kızlar koskoca bir ayı da bitirdik."
Hmmmm....
Aslında sıksık söylenen bir laf ancak Ramazan'ı çok önemsiyormuşuz gerçekten de. Önemsememiz kötü demiyorum, isteyen önemsesin isteyen önemsemesin de, gerçekten ilgimi çekmedi diyemem. Bu ay bitirme işini yılda 12 defa yapıyoruz ama demek ki diğer ayları Ramazan kadar önemsemiyoruz.
Hoş,
Öyle bugün aklıma bir büyü gelmiyor pek,
Sanırım en uygunu "Galatıhis" olacak.
Bu arada da Güz Ekinoks'unu da kaçırmayın, Herfest de kutlu olsun.
Hepinize iyi bayramlar
Ben kuvvetli muhtemel uzunca bir süre burada olmayacağım, Bayram da bol yağmur var Çatı'mız ıslanacak ne güzel. Kendinize dikkat edin, İstanbul'a iyi bakın...
Okular da açılıyor valla ama onu da artık sonra konuşuruz, zaten konuşacak çok şey var, çooooook...


Mutluluklar,
Callieach Bheur

14 Eylül 2009 Pazartesi

Gereksiz Telaşlar ve Uykusuzluk Alacası

Merhabalar Ziyaretçiler,







Uzun zamandır size düzgün bir yazı gönderemedim fakat gerçekten yorucu iki gün geçirdim, hele ki şu 12 Eylül tam bir sit-com gibi geçti, bir bilseniz.


Daha önce de bahsetmiştim ya ilk defa ders seçimi yapacaktım, hani panik sınırlarımı zorlamıştım yine stresten ölüyordum; iyi haber derslerimin hepsini alabildim. Bu konuyla ilgili kötü haberse yok, aldım bitti lakin gariplik yaşadım; ya da yaşadığım şey garip değildi ama tüm diyaloglarıyla baktığınızda komik sayılırdı. Anlatacağım ama kronolojik olarak ilerlersek önce size anlatamadığım 11 Eylül’ü anlatmam gerekiyor.


Yağmur yağmamıştı hatırlarsanız, yağmadı da ta geceye kadar, bende 12.30 da evden çıktım doğruca Ayazağa’ya yollandım. Yol farklı değildi, ilginç bir şey de olmadı zaten. Neyse söylediğim gibi Melancholy Baby ’nin tavsiyesi üzerine laboratuarlardan birinde yer ayırtmak için yola çıkmıştım. Bu arada aklıma gelmişken söyleyeyim: bundan böyle olayları anlatırken insanların ismini kullanmak yerine onlardan bahsederken her bir kişi için hep aynı kalacak bir mahlâs kullanacağım, umarım o kişiler için bir sorun olmaz çünkü olayları gerçeğe uygun anlatırken isimleri de aynen kullanmam gerekiyor. Bunun daha büyük bir sıkıntı olabileceğine kanaat getirdim bu sebepten mahlas kullanacağım; belirteyim bu mahlasların hiçbiri o kişinin karakterine ya da varlığına hakaret içeren anlamları taşımasına özen göstereceğim, bir sıkıntı oluşursa bildirmekten lütfen çekinmeyin ki bende yaptığımdan bihaber kalmayayım.


Neyse açıklamamı da yaptığıma göre sanırım hikâyemize devam edebiliriz. Ayazağa’ya vardığımda kafamın içindeki ses yeniden çığlıklar atmaya başladı; “Bak görürsün yer ayırtamayacaksın!” diye, sonra daha çığırtkan bir tanesi çemkiriyordu bana “Daha hızlı yürü şapşal! Eğer dün gece o kadar geç yatmasaydın daha erken kalkardın şimdi eve dönüyor olurdun seni alık!”. Beynimin içinde düşünceler hızla amitoz geçiyordu, anlayacağınız ben daha Fen-Edebiyat Binası’na varmadan, ki metro girişine en yakın fakülte orası, zihnimde bir sürü kanserli düşünce oluşmuştu bile ve artmaya devam ediyorlardı. Olabildiğince kendimi dinlemeyi reddederek bilgisayar laboratuarlarının nerede olduğunu aramaya başladım, şaşırtıcı bir şekilde kolay buldum ve hevesle kapı koluna uzandım ve şaşırtıcı olmayan bir şekilde kilitli olduğunu fark ettim. Sanırsam üç tane vardı ve üçü de kapalıydı. İki saatlik yolu boşu boşuna gelmiştim, en azından kendi kendime öyle diyordum, bende öğrenci işlerine gidip oradan yer ayırt ayırtamayacağımı sormaya karar verdim. Daha önce işimin düştüğü zamanlardan aşina olduğum iki görevli vardır her zaman orada biri kadın biri erkek; ben içeri girdiğimde sadece kadın vardı, o da telefonla konuşuyordu. Adam gelince, bana bilgisayar laboratuarlarının hafta sonu kapalı olacağını söyledi.


“!”


Sinir bozucu bir durumdu, hem de nasıl. Ne yapacağımı sordum ama birden aklıma danışmanım geldi kendisiyle hala tanışma fırsatım olmamıştı, belki de bana yardımcı olabilirdi. Adama danışman öğretmenimin adını söyledim ve onu nerede bulabileceğimi sordum. “OO, şeker gibi danışman bulmuşsun; hiç telaş yapma( Nasıl görünüyorsam artık?) ondan daha iyisini bulmazsın.” Dedi ve bana onu nerede bulabileceğimi söyledi. Bilir misiniz bilmem, ilk defa içine dalanlar için Fen-Edebiyat tam bir maceraya dönüşebilir ki nerdeyse oldu. Kimya Bölümü’ne gitmek için Fizik Bölümü’nün içinden geçtim ve katlar arasında danışmanımı aramaya başladım.


Şöyle ki kaybolmam pek uzun sürmedi. Kendimi hiç camı olmayan kapkaranlık bir koridorda buldum ama en azından Kimya Bölümü’ne vardığıma emindim, kokudan anlaşılıyordu. Önce o karanlık koridordan kurtuldum sonrada karşıma çıkan kişi olan kat görevlisine danışmanımın yerini sordum: eliyle aşağıyı ifade işaret etti(?) on beş dakika sonra danışmanımın odasını buldum ama sadece genç bir kadın vardı. Danışmanın ismini sorduğumda bana erken çıktığını çünkü yağmur uyarısı yüzünden Rektörlüğün mesai bitimini 15.30’a çektiğini söyledi. Ellerim terlemeye başlamıştı, neyse ki bana elinden geldiğince yardımcı oldu kadıncağız lakin kendisi lisansüstü öğrencisi olduğu için lisans programından bir haberdi aynı zamanda. Şükürler olsun ki iyi niyetli biriydi beni orada laboratuarda araştırma çalışmasın akmış bir öğrenciye götürdü. 3. sınıf öğrencisiydi ve heyecanlı bir karakteri vardı ancak gerçekten yardım etmeye istekliydi. Uzun uzun tavsiyeler verdi, sonunda birkaç ince detay dışında bilmediğim hiçbir şeyi söylememişti ama onu kırmadan dinledim ve bilmemem rağmen birkaç şey sordum. Yardımcı olmaktan fazlasıyla mutlu gözüküyordu, ona teşekkür ettim ve nasıl çıkacağımı sordum; bana yolu tarif etti ve bende geldiğim zamana göre daha az kaybolarak binadan çıkmayı başardım.


Ondan sonra kütüphaneye gittim falan filan, eve döndüğümde Melancholy Baby’nin ve diğer arkadaşlarımın söyledikleri dışında çokta bir şey öğrenmediğimi fark ettim ve kendime gülmekten başka bir şey yapamayacağımın bilincinde kendimi yatağa attım.


Uyandığımda iftar vakti gelmişti, yemekte sonra daha önce anlattığım gibi annem arkadaşının evine gidiyordu; makul bir durumdu evde oturmaktan daha eğlenceliydi en azından, ben de onlarla takıldım. Pazartesi de Habetrot’un evinde iftara davetliyiz, küçük ‘İftardan Sonra Bekleriz’ klübümüzdeki herkes geliyor. Diyorum ya kendi sosyal hayatım bir süredir servis dışı olduğu için anneminkiyle idare ediyorum.


Her neyse 12.30 gibi oradan çıktık eve geldik, bütün gece uyamadım 6.15 ayarladım saatimi ki erkenden gidip kütüphanenin 24 saat açık kısmında bilgisayar kapayım. Tabi ben bir buçuk saat yolda vakit kaybettim lakin insanlar orada sabahlamış, bende laptopuma kaldım ama bir türlü sisteme giremiyordum. Sabahleyin evden çıkmadan önce annem demişti ki, gitme evde kal buradan alırsın derslerini; fakat ben, hayır gitmem gerekiyor çok riskli, dedim inatla.


Sonra kardeşim içerden geldi ve “Bir şey olursa ben buradan alırım,” dedi.


Ben ise, “Öyle bir şey olmayacak,” dedim kendimden emin bir şekilde.

How I Met Your Mother ya da According to Jim gibi sit-comlar da böyle anlarda şak diye diğer sahneye geçilir; ve orada böyle kendinden emin konuşarak budalalık yapan karakterin tükürdüğünü nasıl yaladığını izleriz. Aynısı oldu! Bir karede ben kardeşime kendimi beğenmiş bir şekilde öyle bir şeyin olmayacağını söylüyordu, onun hemen ardındaki karede ise okulda, kütüphanede, telefonla ona ders kodlarını sisteme girsin diye okuyordum.

Böyle oldu, anlayacağınız tüm derslerimi kardeşim benim yerime aldı ve bende hiçbir şey yapmadan paşa paşa evime döndüm. Geldiğimde annemle gerçek hayatta yaşanmış bir olayı konu alan kötü bir film izledik. Düşük bütçeliydi daha da kötüsü bir hayli özensizdi, senaryo elden düşmeydi, her duygusal replikte insanın içi kalkıyordu ve başarısızca bir heyecan katılmaya çalışılmıştı filme. Aman Allah’ım benim bile kaldıramayacağım kadar dramatize etmişler filmi, kusacaktım. Her neyse, istediği kadar gerçek olsun film rezaletti. Annem arkasından bir film daha koydu, hoş gibiydi ama ben tüm gece uyumamıştım ve o rezilliğin üzerine halim kalmamıştı: dayanamayıp yattım. Yattığımda saat daha yeni öğlen olmuştu, uyandığımda ise iftara on beş dakika vardı.

Böyle yani sevgili ziyaretçiler, sizi sıktım mı bilmiyorum ama söz verdiğim gibi her şeyi anlattım. Kütüphanede çok telaş yapmışım sistemi açamayınca, karşımdaki çocuk öyle söyledi. Zaten biliyordum ancak bu kadar belli ediyor olduğumun bilincinde değildim açıkçası.

İşte, 13 Eylül günü ise hiçbir şey yapmadım tabiri caizse bütün gün evde oturup bir taraflarımı büyüttüm. Şimdi de Twilight Saga âlemine geri döndüm, kitaplara göz gezdiriyorum, yeni film “New Moon” gelecek ya biraz heyecan yaptım havaya girmeme yardımcı oluyor. Bir yandan da çalma listemde Bernadette Peters-Angela Lansbury-Ethel Merman gibi isimler dönüp duruyor. Rahatlamaya ihtiyacım var, iyi geliyorlar benim gibi bir ‘showcoholic’ e.
Bu iki günün büyüsü “Tevahhuş Çemberi” olmalı bence, daha iyi bir fikrim yok şu durumda. Pazar günümeyse büyü değil de bir şarkı seçebilirim lakin, Annie Get Your Gun müzikalinden “I Got The Sun In The Morning” olsun; tam da klasik bir müzikal parçası, ne de olsa bugünde klasik bir Pazar günüydü. =)

İyi kalın ziyaretçiler,




Yazacak bir şeyler olana ya da aklıma gelene kadar kendinize iyi bakın.

11 Eylül 2009 Cuma

Yağmurdan Korkanlar Ve Bekleyenler

Sevgili Ziyaretçiler,



Bugün anlattığım gibi tüm gün dışarıdaydım, dolayısıyla yazmaya pek fırsatım olmadı lakin güzel bir gündü ya da daha doğrusu kötü bir gün değildi =)


Ayazağa Kampüsü’nde her yer Rektörlükten gelen bir emirle saat 15.30’da tatil edildi bende öğrenci belgesi alamadım bu durumda. Anlatacak çok şey var fakat şimdi anemin bir arkadaşının evine gideceğiz. Garip aslında kendi sosyal hayatım tıkalı olduğu için, şimdilik anneminki ile idare ediyorum.


Yağmur hala yağmıyor, üf sıkıldım yağsın artık.






Bugünün büyüsünün adı “Evlat Baç’ı” olsun diyorum.






Dönünce vaktim olursa detaylı bir yazı yazarım ama sanmıyorum çünkü yarın ders seçimi için sabah yedi de evden çıkmam gerekiyor; Okula gitmem iki saat sürüyor.






İyi akşamlar Çatı’nın Ziyaretçileri


Mutlu olun…

Bulutluluk Özlemi ve Yağmur Dansı Yapma İsteği

Uykum geldiii,



Daha doğrusu bir süredir amaçsızlıktan kaynaklı bir sıkıntı dolanıyor etrafımda; bunalımlar falan, birde yeni iftardan kalkmışlığın verdiği rehavetle iyice kendimden geçtim. Canım sıkıldı, bugün fazla yağmur da yağmadı ona da kafam bozuk zaten iyice bunaldım. Aslında öyle işsiz güçsüz de değilim. Vakit bulamayıp yapamadığım zaman, yapamıyorum diye dert yandığım tonla iş var ama yine de yapmak gelmiyor içimden. Annem haklı valla, tembellik bu…
Neyse böyle bütün gün kafa karışıklığıyla oturdum; aman sakın öyle mutsuz falan sanmayın, neşem yerinde benim de çok iyi değilim o kadar.
Aslında anlatacak bir sürü hikayem varda hem yazmaya üşeniyorum, hem kötü yazmaktan korkuyorum hem de sizi sıkar mıyım emin olamıyorum:S Böyle bir manyak bu Callieach Bheur anlayacağınız.
Bu hafta sonu ilk defa lisans eğitimine başlayacak olanların ders seçimi var. Aman! Bir geriliyorum anlatamam; cidden sanki hiçbir ders alamayacakmışım geliyor. Bak hatırlayınca tüylerim kalktı.Üff...
Grizabella The Glamour Cat, çalıyor şimdi. Birazcık da olsa sakinleştirici bir etkisi var bu şarkının, kediler iyi hayvanlar ; gerçi şarkı hüzünlendiriyor hafiften ama olsun.


 She haunted many a low resort
Near the grimy road of Tottenham Court;
She flitted about the No Man's Land
From The Rising Sun to The Friend at Hand.
And the postman sighed, as he scratched his head:
"You'd really ha' thought she'd ought to be dead
And who would ever suppose that that
Was Grizabella, the Glamour Cat!"


Grizabella’dan bahsedince aklıma geldi bakın, T.S. Eliot’ın Old Possum's Book of Practical Cats adlı şiir kitabını arıyorum, ben daha bulamadım, bulanınız olursa lütfen haber versin.
Programımı iki gün önce ayarladım, umarım derslerimi alırken sorun çıkmaz. Evet, birden konudan konuya geçivermiş oldum sık yapıyorum bunu, ne yapayım? Aklım hala derslerde, yarın bir arkadaşımın tavsiyesi doğrultusunda gidip okuldaki bilgisayar lab.larından yer ayırtacağım. Bana şans dileyin de işim rast gitsin yoksa kurdeşenim azıverecek, yine şişeceğim. Kurdeşenimin hikâyesini bir gün anlatırım size, sıkıcı sayılmaz beni uzun bir süre süründürdü.
Evde Neskafe yok, bende doğaçlama yaptım. Bolca kakao ve türk kahvesini azıcık kaynar suda karıştırıp üzerine şeker ve 4 tane damla çikolata attım. En sonunda da ısıttığım sütü bir güzel üzerlerine boca ettim: D Gayet güzel oldu, tavsiye ederim eğlenceli iş, eğer benim gibi mutfakta vakit geçirmeyi seviyorsanız. Mutfağı severim ben, lakin feci derecede acemiyim henüz. Bundan bir an önce kurtulmam gerek, ilk hedefim kek yapmayı öğrenmek şu sıralar. En son krep yapmıştım. Ya da denemiştim desem daha doğru olacak çünkü sonucu da süreci de pek gururlandırıcı olmadı, zaten yardım almasaydım altından da kalkmayacaktım ya. Bu da daha sonra anlatacağım bir hikâye olsun, yeterince utandırıcıydı yine de bana iyi bir ders oldu. Neyse canım şimdi önümüze bakalım, bu yaptığım, güzel bir içecek oldu üzerinde çalışmam gerek [ Ooo, Annem bundan hiç memnun kalmayacak ama olsun=))) ] biraz daha homojenleşmesi gerekiyor.
Böyle bir gün geçti yani evde, üzerinde çalışmak istediğim şeylere çalışamadım. Birkaç kitap var almak istediğim, elimdeki parayı denkleştirirsem alacağım. Geçen aybaşında ilk defa Ursula K. Le Guin’in bir kitabına başladım, etkileyici bir üslubu var kadının. Eğer Fantezi Edebiyata önyargınız yoksa Yerdeniz Büyücüsü’nü ve Yerdeniz Serisinin ikinci kitabı Atuan Mezarları’nı tavsiye ederim; serinin devamını daha okuyamadım ama niyetliyim, başlayacağım vakit bulunca.


Ah, Bernadette Peters söylüyor. Kendisi 61 yaşında sevimli bir hanımefendidir, buğulu sesinde ilginç bir cazibesi var, kendisini daha hiç izleme şansım olmadı ama şarkılarına aşinayımdır. Şu anda Easy Street’i söylüyor. Her daim küçük bir kız çocuğununki gibi bir sese ulaşabilir. Şimdi de “Hit Me with A Hot Note”’u söylüyor.

Hit me with a hot note and watch me bounce
Hit me with a hot note and watch me bounce
When trumpets heat up, Gimme a rug to beat up
Hit me with a hot note and watch me bounce



Hit me with a hot note and watch me burn
Slap me down with rhythm from stem to stern
When saxes flare up, how can I keep my hair up?
Hit me with a hot note and watch me bounce.





Sanırım bugün başka bir şey olmadı.

Yağmur hala gelmedi, hüzünle bekliyorum ama yarın yağmaya devam edecekmiş, bende dışarıda olacağım zaten. Ayazağa’ya gitmem gerekiyor yer ayırtmak için. Yarın iki saatim yolda geçecek, hafta sonum da malum. Yine bir aksilik olmadığı sürece bir sorun yok benim için, hallolsun yeter.


Öyle yani Çatı'nın Sevgili Ziyaretçileri, Cadı Karının Çatısı bugün daha az ıslaktı çünkü dünkü yağmurun suyu kurumaya başladı. Yarın dışarı çıkacaklar şemsiyelerini almayı unutmasın, tabi bazılarımız gibi ıslanmayı sevenler için geçerlideğil bu.  =)


Callieach Bheur mutlu geceler diler hepinize ve umarım Eylül’ünüz güzel geçiyordur. Ben benimkini sizinle paylaşmaya devam etmeye çalışacağım, yazabildiğim ve siz ilgilendiğiniz sürece.


Bugünün büyüsünün adı daha sıcak bir gün olduğu için “Sinistrari’nin Hediyesi” olsun.


Sevgili Bernadette şimdi de "Broadway Baby'"i söylüyor, ne güzel...


Herkese iyi geceler ve uyuyacak olanlara hoş rüyalar…










10 Eylül 2009 Perşembe

Blog kullanmayı daha yeni yeni öğreniyor Cadı Karı, onunla boğuşuyor:))
Başlangıçlar,
Evet, şu anda henüz yazacak bir şey mevcut değil, yani her şey yazılabilir yahut hiçbir şey de yazılmayabilir lakin yine de bir şeyler yazmaya en azından çalışmanın önemli olduğunu düşünüyorum zira bu durumda korkarım hiç başlayamayacağım.
Birkaç gündür hastayım, bu sebepten Ramazan'ın tadını çıkartamamanın üzüntüsü de hâkimdi üzerimde. İstanbul'dayım, elbette bu iyileşmemi hızlandırdı, nasıl da özlemişim burayı hiç gocunmak gelmiyor içimden tatilin bitmesine; kalabalık fakat burayı seviyorum; evet efendim bu lanetli Peri Masalı şehrini seviyorum. Neyse şu an için pek mühim değil bu durum sanırım.
Yağmur sabahtan beri ara ara dursa da istikrarını bozmadan yağmaya devam etti. Aslında minik bir itirafta bulunmak istiyorum, tüm yarattığı felakete rağmen sürekli yağmur yağması beni bir hayli mutlu ediyor. Şımarıklık sayılabilir belki, insanlar canlarını ve mallarını kaybettiler lakin hissettiğimi inkâr edemem; ne diyebilirim ki?
Elbette onca felakete üzülüyorum, en yakın arkadaşlarımdan birinin yazlığı Selimpaşa'da ve en son konuştuğumda durumları feciydi. Umarım bir an önce oradaki insanlara yardım etmenin bir yolunu bulurlar hatta bir zahmet bulsunlar; lütfen!
Böyle yani, bunları yazarken sahura yaklaşıyorum, elimde de sıcak ve baharatlı bir fincan kuşburnu çayı var, arkamdaki açık penceredense ıslak bir rüzgâr sırtıma vururken, müzik listemde Dead Can Dance ve Cats ağırlıklı şarkılar dönüp duruyor.
Ben Callieach Bheur, 9 Eylül 2009 Çarşamba’yı 10 Eylül 2009 Perşembe’yi bağlayan bu gece ilk defa buradan size yazıyorum. Bundan sonra yazdığım her gün için bir büyü(!)J ve şarkı hediye edeceğim size. Büyü dediysem de elbette öyle size ekrandan yıldırımlar yollayamam lakin birlikte, eğer istersek, o güne sihirli bir isim verebiliriz. Bu konuda yardımlarınız sevinç dolu kahkahalarla kabul edilecektir.
Cadı Karının Çatısı ıslak ilk gecesinde, şehirde yağmur var…
Cadı Karı mutluluklar diler, yağmurun tadını çıkartmaya bakın

İlk günün büyüsü Akşamserinliği olsun,

İyi Geceler…

Takipçiler =)

Gelenler Gidenler