Selamlar Ziyaretçiler,
Çok Yorgunum,
Başım dönüyor sanki, nefretle ve kaosla baş etmek zorundayım şu sıralar.
Oyunumuz son kez düzenlenip gösterime sokmaya karar verdiğimizden beri zaman azaldı bilvasıta işler de sıkıştı. Pek tabi düzensiz bir insan olduğumdan kelli bu az vakitte çok daha zor oluyor işlerimi halletmem. Yule de yaklaştı ama ben hiçbir hazırlık yapamadım, kimseye hediye yapamadım henüz ve böyle giderse de sadece Pandispanya’nın hediyesini hazırlayabilmiş olacağım. Üzülecek şeyler değil bunlar maalesef…
Tüm bunlar yaşanırken ve devam ederken, isteyerek yaptığım işler dışında bir de yaşama enerjimi tüketen şeyler var. Hatırlarsanız daha önce tam olarak ne kadar tiksindiğimi anlatmıştım nefret dolu ithamlardan. Yaşadığınız yer bunlarla kaynıyorken, sürdürmek birçok işi, daha da yıldırıcı oluyor. Hevesle barışın hayalini kurarken, umut taşırken içinizde nasıl oluyor da bu kadar rahat hamlelerle benim ateşimi, ateşimizi, söndürmeye cüret ediyorlar? Bunca insan acısını unutmaya hazırken ve barış bu kadar yaklaşmışken, hangi hakla bunu yapıyorlar? Bu tanrıya oynamak değil midir? Düzenleme kibrine bulaşmış olmak belki… Kendilerini tarih önünde lanetliyorlar, kanla yıkanıp yaşam dolu bir dünyayı ölümle yüceltmeye kalkıyorlar; kısaca midemi bulandırıyorlar.
İsimlendirmekte bile zorlanıyorum artık yapılanları, nasıl isimlendireceğimi bilmiyorum. Ben tam göğsümün ortasında bir ışık parlatıyorum yine de, inatla; tam iman tahtamın üzerinde, heyecanla. Bunu söndürmeye kalkışmalarına ne ad verilmeli ki? Gaddarlık mesela yeter olur mu veyahut budalalık fazla mı hafif kaçar? İnsanlar “Gerekirse savaşırız” ya da “Oh iyi oldu pisliklere” diye hoyratça kusarken nefretlerini ve cehaletlerini ne denilebilir ki onlara; lügatteki kelimeler zaten kısıtlıyken insanın ahvalini tanımlamaya, ben artık daha da kısıtlanıyorum elimdeki sözcüklerle onları size anlatmaya. Sakın ha, bu demek değil ki sıkıntım sessizliğe tahavvül edecek; hiç sanmıyorum. Göğsümde patronusumu canlı tutmaya devam ediyorum; kış ayazına seviniyorum, kahve ve çikolata kokusunu içime çekiyorum, şarkılara ve dostların kahkahalarına sığınıyorum… Bir şekilde o ışığı yakmaya devam ediyorum ve umudum hala var biliyor musunuz? Hiç de öyle her yerde şapşalca iyilik arıyor da değilim söyleyeyim, bu gerçek bir umut; lanet ne kadar keskin olursa olsun, ay hala pırıl pırıl.
Aslında bugün size çocukluğum da dinlediğim şarkılardan, Zeki Müren’in son zamanlarından ve Nükhet Duru’nun Mahmure’sinden bahsedecektim lakin mümkün olmadı.
Ben Kış Cadısı, Callieach Bheur olarak ışığımı yakmaya devam ediyorum; bilin Aralık’tayız Barış Mevsimi’ndeyiz, varlığınız kan akıtmaktan yana olmasın, Yule geliyor sadece hediye hazırlayın olmaz mı?
Bugün yazımı Ahmet Altan’ın yazısının sonuyla bitirmek istiyorum…
”Bir Kürdüm ben bugün, içim ölü evi gibi, ümidim, hayalim, ışıksız odalar gibi kapkaranlık, oturacağım, direneceğim, önce kendi içimde bir mum yakacağım.
Titrek, küçük, zayıf bir ışık.
Ve sonra diğer ışıkları görmek için bekleyeceğim.
Her vicdanda bir ışık yanacak ve biz o küçücük titrek ışıklardan yeni bir aydınlık, yeni bir umut, yeni bir hayal yaratacağız.
Siz öldürdükçe biz yaşatacağız.”(Ahmet Altan, 12 Aralık 2009)
Kış Cadısı sizi selamlar Ziyaretçiler, iyi kalın…
Callieach Bheur